Geçenlerde yakın bir arkadaşımın evinin terasında otururken, bir yandan püfür püfür esen rüzgarın esintisinde huzur buluyor, diğer yandan terastaki salıncakta sallanıyordum. Hemen yanı başımda duran masanın üzerinde iki tane cam bardak vardı ve bardaklardan birinde aynen şöyle yazıyordu. ‘Memlekete özel bardak.’ Benim elimdeki bardak Denizli iline aitti. Arkadaşımınki ise İstanbul içindi. Her iki ilinde popüler yerlerini az çok biliyordum, fakat Denizli’ye şuan için gitmemi gerektirecek çok özel bir durum olmadığından, acaba İstanbul’da kaçırdığım bir yer var mıdır? diyerek arkadaşımın bardağını hooopp elime aldım. Popüler kültürün arasına hapsolmuş sosyetik semtlerin, büyük köprülerin ve kesinlikle gidilmesi gereken büyük tarihi yapıların arasında kalan bir isim çekti dikkatimi.
Aya İrini Müzesi! Neredeydi bu müze? İstanbul’da neredeyse gitmediğim tarihi hiç bir yer kalmamışken nasıl olur da görülmesi gereken yerler listesinden es geçebilmiştim ben burayı? Hemen küçük bir araştırma yaptım ve ertesi gün Aya İrini’ye gittim. Avluya geldiğimde kendi halime güldüm 🙂 Çünkü o muhteşem yapıt, yılda bir kaç defa ziyaret ettiğim Topkapı Sarayı’nın I. Avlusu’nda yer alan ve neredeyse her gittiğimde önünden geçtiğim; tuğladan yapılmış kırmızı duvarlarına, sisli camlarına hayran kaldığım, ama bir kere bile ‘bu yapıtın adı nedir?’ diye sormadığım o masal kokulu yermiş.
Yazın en sıcak ikinci ayının, birinci günü taktım sırt çantamı sırtıma düştüm tabana kuvvet yollara. Top Kapı Sarayının arka avlusundan yukarı bayır çıkılan yolun sonunda karşıma çıkan 3 büyük kapıdan ilkini aralayarak girdim içeri. İlk ziyaret yerim İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksi içinde yer alan ve her kapının ardına ayrı bir kutsal eşyalar zincirinin saklandığı Eski Şark Eserleri Müzesi oldu.
Müzede eski Mısır Firavun mezarlarından tutun; gösterişli, büyük lahitlerden, aslan kabartmalı levhalardan, Tunç Devri Dönemi’ne kadar sayısız eser var. Mısır, Mezopotamya, Arabistan Yarımadası ve Anadolu kültürleri kendi tarihi gelişimleri içinde detaylıca sunulmuş. 75.000 tane çivi yazılı belgenin bulunduğu Tablet Arşivinin yanı sıra Akad Kralı Naramsi’nin Steli, İştar Kapısı, Hammurabi Kanunu gibi eserler var. Ve ve ve benim dikkatimi en çok çeken eserlerden birisi olan Kadeş Anlaşması’da bu müzede yer alıyor. Tarihin bilinen ilk barış anlaşmasıdır Kadeş Anlaşması. Tekrar ediyorum. Tarihin bilinen ilk barış anlaşması! MÖ 13. yüzyılın iki büyük siyasi ve askeri gücü olan Mısır ve Hitit devletleri arasında imzalanmış Kadeş Anlaşması. Mısır Firavunu II. Ramses ve Hitit Kralı III. Hattuşili arasında yapılan bu anlaşmanın metnini içeren kil tablet 1906 yılında Boğazköy’de yapılan kazılarda ele geçmiş. O zamanın diplomasi dili olan Akadça ile yazılan tabletin kırılmış orijinal metninin geriye kalan dört büyük parçası da yapılan kazılarda bulunmuş ve metnin kırık olan kısımları böylece tamamlanmış. Tarihin belgelerini beynimin bir köşesine depoladıktan ve merdiven basamaklarını yeniden gelmek üzere tek tek indikten sonra, geniş avluda bulunan kral mezarlarına doğru yöneldim. İçeride sayısız lahit vardı. İrili ufaklı, gösterişli, tunçtan, mermerden yapılmış sayısız lahit ve tablet… Odanın ortasında bulunan en gösterişli lahitin boyu 5 metreden fazlaydı. Dört bir tarafı kusursuz heykellerle çevriliydi. O dönemlerde kişinin zenginlik ve gücüne göre belirlenirmiş lahitlerin boyları ve işçiliği. Yüzyıllara uzanan sayısız ve kusursuz lahit mezarlık.
Eski Şark Eserleri Müzesi ve Kral Mezarları ve Arkeoloji Müzelerini dolaştıktan sonra ana kapıdan çıkıp yönümü I. Avlu’ya, yani Türkiye’deki müze çalışmalarının ilk yapıldığı yere Aya İrini’ye çevirdim. İstanbul’da bulunan ve camiye çevrilmemiş olan taş ile tuğlanın zarafetini simgeleyen en büyük Bizans kilisesiymiş Aya İrini. Belki de bu kadar muazzam bir yapı olmasının sebebi Roma döneminden kalma Afrodit, Artemis ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak yapılmasına bağlıdır. Kim bilir 😉 4. yüzyılın başlarında I. Konstantin (324-337) zamanında yapılmış kilise. Yunanca’da ‘Tanrısal Barış ya da Kutsal Barış’ anlamına geliyormuş. Aya İrini Kilise’sini çok değerli kılan iki sebepten ilki, buranın Konstantinopolis’teki ilk kilise olması ve imparator Konstantin’in bu mâbede Aya İrini ismini vermesidir. İkincisi ise Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra yeni inşa ettirilen Topkapı Sarayı’nın surlarının içinde kalmasına rağmen Aya İrini’yi camiye çevirmemesi ve burayı bir kilise olarak bırakmasıdır.
Peki kimdir Aya İrini? Asil bir Pers ailesine mensup, daha sonra ismi Hagia Eirene veya Azize İrene olarak anılacak olan Penelope adında bir kızdır Aya İrini. Hikayesi ise Hristiyanlığı bir din olarak kabul etmeyen Romalıların Penelope’ye çektirdikleri eziyetlere rağmen kendisinin bir havari gibi korunması ve sonrasında İmparatorun kendisi adına yaptırdığı kiliseyle birlikte isminin asırlarca yaşamasıdır. Aya İrini’de yüzyıllar boyunca Ayasofya gibi büyük depremler geçirip, yağmalanıp, yakılıp, tahrip edilmiştir. Bu yıkımlardan sonra İmparator Jüstinianos tarafından 532’de yeniden yaptırılmıştır. Kısacası Ayasofya’ya gösterilen hassasiyet Aya İrini’ye de gösterilmiştir. Sarayın bahçesinde oturdum. Şöyle bir baktım kiliseye. Düşündüm! Aya İrini’de en az Ayasofya kadar asil duruyordu.Sessiz, sakin ve huzur veren bir yerdi. İhtişamlı Topkapı Sarayı kapılarının avlusunda usulca bekliyordu. İsmi gibi kutsal bir barışı simgeliyordu…
Kilisenin bahçesinden çıkarken aklımdan geçen cümleler şöyleydi; acaba bizler Topkapı Sarayı’nın ve Ayasofya’nın gölgesinde kalmış; İstanbul’un ara sokaklarında gizli, sayısız daha kaç dünya mirasından habersizdik..!
Surların içindeki mabed! Aya İrini…
previous post