Uzun bir yoldan gelmişti. Ellerinin üzerinde derin çizgiler vardı. Soyduğu limonun damarları olabildiğine belirgin ve sarıydı. Elleriyle bütünleşmişti hayat; vedaya hazırlanıyordu ona usulca.
Düşünceli gözlerle daldı uzaklara Saadet Hanım. Belki de hiçbir bayram sabahı o kadar yalnız kalmamıştı. Neredeydi Hikmet Bey?
Sağ köşedeki oda bu defa ziyadesiyle sessizdi.
Ses… Ses yoktu!
Bu kadar ağır mıydı evdeki yalnızlık? Belki de birileri vardı, varlığı hiç belli olmayan…
Evin duvarlarında parıldayan beyaz kireç artık dökülmeye başlamış; salonun etrafını çevreleyen odaların kapı aralıklarından içeri dolan güneş, giderek daha da koyulaşmıştı. Hiçbir bayram sabahı güneş alamamıştı o oda. Ama billur gibi parlayan avizeleriyle her zaman güzel görünmüştü.
Elindeki limon ile bıçağı yanı başında duran sehpanın üzerindeki demir tasa koyup yerinden kalktı Saadet Hanım. Ağır adımlarla salonun çıkışındaki ahşap kapıya ilerledi. Yıllar boyu sayısız misafire açılmıştı o kapı. Pirinçten yapılmış, antik kıvrımlı kolları vardı.
Kapının eşiğinde bir çift gözle karşılaştı. Torunuydu gelen. Çocukluğu boyunca o konağı, kendisine en iyi arkadaş olarak gören torunu. Sevinçliydi Saadet Hanım. Birlikte uzun yıllar geçirmişlerdi güneşin odalarına küstüğü o konakta. Zaman çok hızlı geçmiş; her şey, herkes değişmişti.
Değişmeyen tek şey, kalplerde ve gözlerde değerli bir mücevher gibi duran o konaktı.
Sanırım Hikmet Bey’in yokluğu garip bir uğultu bırakmıştı o salonda. Gelecek kötü günlerin habercisi gibi bir uğultu. Garip, hoşnutsuz bir tını…
Eski bir yüz görmek ne kadar güzeldi; ince bir kâğıt kesiğiydi sanki yüzlerde beliren.
Bahçeye çıktılar nineyle torunu. Avludaki elma ağacının yaprakları kadar sayısız anılar birikmişti grinin süslediği o gökyüzünün altında. Köşede duran cılız çam ağaçları, kış aylarında yanan soba bacasının matem cızırtısı, duvarın dibinde yaz-kış duran bakır tepsi, bahçedeki tavuklar, uzun yaz günlerinde akşam güneşinin battığı saatlerde beyaz demirden yapılmış bahçe kapısının sesi, Hikmet Bey’in kahverengi takım elbisesi, başındaki ince yazlık kasketi, cevizden yapılmış bastonu, bu bahçenin en kıdemlisi benim dercesine her baharda kendisini daha da büyük tomurcuklarla yenileyen pembe gül ağacı…
Sahi, Hatice Hanım da nerelerdeydi? Gelse de bahçedeki güllerden gül şerbeti yapsa yine. Suyun şırıltısında koyulaşan kadifemsi, tatlı pembe gül yaprakları; sonbaharda çıplak kalan elma ağacı, kavak ağaçları, çam kozalakları…
Gözler, evin kuzey yönüne çevrildi hafif kısık. Gerçek evlerine göç etmişlerdi artık; Hikmet Bey, Hatice Hanım ve Mithat Beyler…
Konak, Saadet Hanımı da yolcu etmeye hazırlanıyordu köklerinden kopartarak, ait olmadığı o uzak şehirlere doğru. Aslında çıkacağı yolculuktan sonra o konağa geri dönemeyeceğinden bihaberdi Saadet Hanım.
Saadet Hanım’ın konağı terk edişinin üzerinden yıllar geçti. Gecenin bir yarısı çıkan yangının habercisiydi gelen telefon. Geniş surlarından, kavak ağaçlarına, nice muhabbetlerde gönül bulan kırmızı kiremitten yapılmış şöminesine, ışık almayan bütün odalarına kadar her yerde derin bir elem, acı bir hüzün. Birçok hayata merhaba diyen o konak, Hikmet Bey’in ardından sessiz bir uykuya dalıyordu kuzey yönündeki mezarlığa bakarken…