Mart ayının 20’sindeyim. Saat 11 suları. Beslenme çantamı hazırladıktan sonra etrafı ceviz kaplamadan yapılmış kahverengi Blaupunkt marka tüplü televizyonumuzun açma düğmesine basıyorum. Okul zili çalmak üzere. Hala evdeyim.
Bir zamanlar herkesin evinde bulunan, turuncuyla kırmızının iç içe geçtiği çiçekli perdelerin arasındaki boşluktan kavak ağaçlarına ve boş tarlalara bakıyorum. Ağaçların pamuk tomurcukları henüz yeşermekte.
Kırkikindi yağmurlarıysa gelmek üzere…
Toprak hafif aralıklarla toplanmış kar tepecikleriyle dolu. Üzerlerinde biriken buzlu kristaller yavaş yavaş erimekte.
Donuk kış güneşi pırıl pırıl. Karşı çaprazdaki A bloğun çatı katında biriken uzun buz saçaklar gelen rüzgarlara karşı koyamayacak gibi, düştü düşecekler…
Bahçedeki iğde ağaçlarına kayıyor gözüm, dallarının arasından kaşmir kumaştan pileli etekleri olan kız çocukları koşturuyor.
İnce uzun parmaklarım kumral saçlarımın arasında, düşüncelere dalıyorum giderek eriyen saçaklara bakarken. Kaküllerim göz kapaklarıma değiyor, hafif kısıyorum gözlerimi.
Uzun uzun zamanlar geçiyor.
Şimdilerde başka anlarda başka pencerelerin önündeyim. Artık ağaçlar da güven vermiyor. Birçoğu göç etmiş bu diyarlardan. Kalanlar iyice cılızlaşmış. Simsiyah karanlığa karışmaktalar.
Yerlerinde kalpleri küf tutmuş betonlar var.
Beslenme çantamı hazırladığım gündeki kış güneşi ise hala aynı; ama kışlar eskisi gibi değil.
Bu defa başımı sallayarak ağır ağır uzaklaşıyorum 1985 yılının Ocak ayından.
Tabiatın bembeyaz karlarla kaplı olduğu günleri anımsıyorum, sol elimde mavi tükenmez kalemim var.
Griyle mavi her zamanki gibi birbirine karışmış; hırçın ve kapalı…
Güneş gökyüzünde yüzbinlerce yıl daha asılı kalmaya niyetli. Yerde kalan son kar kristalleri parlasın yeter ki!
Saatime bakıyorum. Yine geride kalmış. Kafamı yukarı doğru kaldırıyorum. Cam biraz puslu. Her halini ayrı sevdiğim karanlık bulutların içinden geçen kocaman ışıltıya gülümsüyorum. Güneşime iyi bakın diyorum…
Çocukluğumun en güzel yanına iyi bakın.