Biz zamanlar nasıl da eğlenceli gelirdin sen bana! Öyle her kafama estiğinde elime alıp da arka arkaya basamazdım deklanşöre.
O pozlar önemli günlerde kullanılmak üzere takılırdı makineme ve saklanırdı yeni bir özel günde çıkartılmak üzere.
Gel zaman git zaman herkes gibi bende hızlı tüketime ayak uydurarak, uzun yıllar boyunca dönüp de bakmamak üzere çekmece köşelerine mahkum ettim seni.
Şimdilerde elimde sayısız fotoğraf karesi varken; aslında analog makinamla çektiğim fotoğrafların zihnime nasıl da işlendiğini hatırlıyorum. O zamanlar çekilen fotoğrafları en ince ayrıntısına kadar düşünmek gerekirdi. Olurda yanlışlıkla bir makara filmi yanarsa o filmi yakmanın verdiği acının hüznünü anlatmaya şimdilerdeki hiçbir dijital makinenin varlığı yetmezdi çünkü.
Uzun zaman oldu…
Kahvenin yer yer turuncu şeffaflığına saklanan siluetlerin işlendiği filmlere uzun zamandır bakmadığımı ve dokunabildiğim fotoğraf karelerini özlediğimi fark ettim Ara Güler’in gidişiyle. Ne de güzel anlatıyordu İstanbul’u. Tıpkı Atilla İlhan şiirleri gibiydi Ara ustanın fotoğrafları da. Her anında İstanbul kokuyordu buram buram…
İstanbul’u ve dünyayı en bakir haliyle anlatıyordu bize.
Şimdi güneşli bir Ekim sabahındayım. Pencerem hafif aralanmış. Karşımda yükünü boşaltmak için bekleyen gemilerin demirlediği Marmara denizinin gri suları var. Ustamızın 1957 yılında Karaköy’de, Galata’da, Haliç’te çektiği siyah beyaz fotoğraf karelerdeki gemiler gibi mi!
Öyle yavan, öyle manasız duruyorlar orada…
“1950-60’lardan kalma İstanbul fotoğraflarım olmasa, o eski günler, bugün unutulmuş olacaktı. (… ) eski şehirden hiçbir şey kalmadı. Şehrin estetiği değişti. Uygarlık ileriye gidiyor ama insanlar güzellik anlayışını kaybetti.”
A.G
Masamda duran gümüş renkli analog makinama bakıyorum. Sonra iki elimin arasına alarak pencereden yansıyan güneş ışığına doğru kaldırıyorum 1998 yılına ait bir film rulosunu. Bir çift pil duruyor köşede ve yanında açılmamış bir film kutusu daha. Ara Güler Üç Horan Ermeni Kilisesinde son yolculuğuna uğurlanıyor. Siyah tabutunun camları sanki içinde nadide bir mücevher taşır gibi ışıldıyor, tabutun üzerinde ise kırmızı karanfiller. Ustanın fotoğraf makinası da kendisine yanı başında eşlik ediyor yeşil bir çantanın içinde. O fotoğraf makinasının sahipsiz kalışı nasıl da üzüyor bütün fotoğraf camiasını.
Balık pazarının içinde yer alan o küçük ermeni kilisesi, bir dünya insanını deklanşör sesleri arasında yolcu ediyor sonsuzluğa.
Ara Güler’e hayranlığımın en önemli sebebi işte bu kalabalığın toplanma sebebi aslında. Herkesin buluştuğu ortak payda. Ustanın insani değerleri ve gerçekçiliği. Asi olduğu kadar matrak olması, ağzı bozukluğu, doğallığı, mütevaziliği, bildiğinden şaşmayan cesur yanı ve en önemlisi ‘ben fotoğrafçıyım’ diye ortalıkta gezinen ve kendisini entelektüel sanan birçok ego kuklasından bambaşka, kıskanılacak kadar büyük bir bilgi birikimi, tam anlamıyla canlı bir tarih olması.
Ara Güler o; çok başka, çok özel…
“İnsan olmadığı zaman hayat olmaz. Onun için benim fotoğraflarımda hep insan vardır… İnsan sevgisini kaybetmişse hiçbir şeyin önemi yoktur aslında. En mühim şey insan sevgisidir. Her şey buna bağlıdır. İnsan sevgisi oldukça fotoğraf da gelişecektir. Çünkü her şey, fotoğraf da insan içindir. Sevgisiz insan, insansız da fotoğraf olmaz.”
A.G
Başarılarının sınırı olmayan bir üstat o. Yazılara dökülse de değeri anlatılamaz, kelimeler kifayetsiz kalır. Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Pablo Picasso, Can Yücel, Salvador Dali, Aşık Veysel, Sophia Loren, Winston Churchill, Adnan Menderes, Aziz Nesin, Old Papa ve daha niceleri.
Dünya’nın en iyi 7 fotoğrafçısından biri!
Ustama sonbaharın en güzel zamanlarında veda ederken Yaşar Kemal’in cümlelerini hatırlıyorum…
“Ara Güler Anadolu’nun insan, kültür, doğa zenginliğinin, çeşitliliğinin gizine erişmiş kişidir. Kendisini bildi bileli kendini Anadolu zenginliğinin içine kapmış koy vermiş kişidir.”
Anlaşılan o ki; o iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler de, demirin tuncuna, insanın piçine kaldık…
Huzurla uyuyun yurdumuzun unutulmaz çınarları…
Saygılarımla…