Tıpkı hanın gizli bölmeleri gibi en derin yerlerde gizlenmiş olan anılarımızda kalmış bir oyunda saklıydı çocukluğumuz. “Aç kapıyı Bezirgân Başı” diye şarkılar söyleyen ebe olan kişilerin “Bezirgân Başı”nın köprü kapısını tutmasını bekleyen ve o küçük masum kolların altından geçen çocuklar…
Peki kimdi o oyunda geçen ve kelime anlamını bile bilmediğimiz Bezirganbaşı!
Hemen açıklayayım.
Eski zamanlarda Harem‘i yöneten Dârüssaade Ağası yani günümüz Türkçesiyle Kızlar Ağası’na bağlı olan ve Hanedan haremi için kullanılan tekstil ürünlerini, malzemelerini, kumaşları satın alıp bu kıymetli ürünleri korumak ile görevli kişiymiş Bezirganbaşılar!
O yumuk yumuk elleri yukarı doğru kelepçe yapan sıra sıra dizilmiş biz çocuklar yani “Bezirgân”lar ise aslında eski zamanlarda uzak diyarlardan gelen tüccarlarmışız hem de hiç haberimiz olmadan seslenirmişiz “Bezirganbaşı”na!
Aç kapıyı bezirgan başı, bezirgan başı,
Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin?
Arkamdaki yadigar olsun, yadigar olsun.
Bir fare, iki fare üçüncüde
Yakalandı fareee,
Gece olduğunda soygunlara karşı kapanan; ancak gün ağardığında açılan; kalın, büyük ve yüksek kapılar. Yoldan gelen tüccarların; konaklamak, dinlenme, hayvanlarını dinlendirme ve mallarını satmak için duraklamaları gereken hanlarmış Bezirganların beklediği o kapılar…
Bu hanlar daha çok Selçuklulardan günümüze uzanan geniş zaman diliminde, ıssız güzergâhlar üzerinde inşa edilmiş olup aynı zamanda klasik Selçuklu mimarisini Anadolu’nun her yerinde de görmek mümkündür. Genel olarak Selçuklu mimarisine baktığımız zaman ilk başlarda tek avlulu veya avluya bitişik bir ahırdan oluşan han mimarileri İstanbul’un fetihten sonra; ikinci avlu, ahır, bodrum ve mescitler ile zenginleştirilmiştir. Bu mimari ve perspektif yapılara 17. Yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde ihtiyaçların artması ve konaklamanın da fazlalaşmasıyla birlikte, misafir hanları eklenir ve 19. Yüzyıla gelindiği zaman hanların yerini pasajlar almaya başlar. İstanbul’da Sur içi dediğimiz yani Eminönü’nde bulunan Tahtakale, Mahmutpaşa, Mercan semtleri arasındaki ince uzun iğne atsanız düşmeyecek olan dar ve başınızı kaldırdığınız her yerde tarih kokan yapıların bulunduğu; halen atölye tipi üretim ve toptan ticaretin yapıldığı “Hanlar Bölgesi” tarih sevenler için saklı kalmış bir cennet tadında aslında…
Soğuk bir Pazar ikindisinde, bu bölgede ülke de seçim telaşının da olmasından mütevellit, evlerine kapanan insanların sokaklarda kalan hayali siluetlerinin yansımasını fırsat bilerek o bomboş olan sokakların tadına vararak ve maalesef ki fotoğraf makinamı da yanıma almayı unutarak, aslında Büyük Valide Han’a göre daha az popüler olmasına rağmen benim her zaman çok daha fazla ilgimi çekmiş olan ilk yapıldığı yıllarda birçok sarraf dükkânına ev sahipliği yapan ve 1. Dünya Savaşından sonraki işgal yıllarında da belli bir müddet işgal kuvvetlerinin karargâhı olarak da kullanılan Büyük Han’ı teğet geçtikten sonra yaşayan tarihin arasındaki sokaklardan Büyük Valide Han’a doğru ilerledim.
Valide Han’ın Büyük Han gibi revaklı olmaması tabi aynı zamanda kapalı, bakımsız ve izbe olması hanı gezerken mistik bir hava verebilir. Hanın koridorlarından geçtikten sonra sizi kapalı küçük bir kapı bekliyor olacak o kapıdan yukarı çıktığınızda Yeni Valide Han’ın çatısından göreceğiniz Haliç ve Boğaziçi manzarası, renkli duvar yazıları, martılar ve İstanbul kısa bir süre önce içinden geçtiğiniz küflü ve mistik ortamı hemen unutturacaktır. Bana kalsa ben o karanlık ortam da saatlerce kalıp hanın duvarlarındaki bütün işlemeleri en ince ayrıntısına kadar incelebilir, atölyelerden geçerken seyir yazıları yazabilir veya avludan merdivenle çıkılan bu kuleden hiç sıkılmadan günbatımını izleyebilirdim.
Çok şanlıydım çünkü hem hana gitmeyi seçtiğim günü itibariyle, hem de Pazar günleri hanın çatısına çıkma şansının çok az olmasına rağmen çıkabildiğim ve neredeyse in cin top oynadığı, kapı çıtırtılarının bile sesinin net duyulduğu bu güzel hanı bomboş bir İstanbul pazarında rahat bir şekilde keşfetmek benim için kesinlikle bir şanstı! Her çıkan kişiler gibi bende hanı gezdim gezmesine fakat birde hikayesi var Valide Han’ın…
Hikaye de, şu sıralarda da dizilere konu olan ve devrin önemli ve güçlü aynı zamanda siyasi karakteri olan Kösem Sultan, torunu 4. Mehmet tahtta iken, gelini Turhan sultan (4. Murat’ın eşi, 4. Mehmet’in annesi, yeni Valide Sultan) tarafından boğdurtulur ve bu handa, Bizans yapısı Eirene Kulesinde ya da bir odasında sakladığı büyük serveti de yağmalanır.
Kösem Mahpeyker Valide Sultan (1. Ahmet’in eşi, 4. Murat ve Sultan İbrahim’in anneleri) tarafından Üsküdar’daki Çinili Camii’nin vakfiyesi olarak inşa ettirilmiş olan Büyük Valide Han’ın avlusunun iki tarafı; ahır, mesken, atölye ve iş yeri gibi çeşitli ihtiyaçlar dahilinde kullanılmıştır. Toplam da 153, üçüncü avlusunda 57 odası ile üç avlusu olan ilk handır. Avlusunda Bizans döneminden kalan Eirene kulesi ve hanın kalıntıları üzerine inşa edildiği Cerrah Mehmet Paşa Sarayı’nın günümüze gelmiş bir kulesi olan(Cihannüma kulesi) yer alır. Bu küçük avluda Sultan’ın yaptırdığı bir de cami ve 18.-19. YY. da Şiilerin yılda bir kez toplanıp yas tuttuğu ve handa konaklayan İranlı tüccarların kullandığı bir mescit bulunur.
Kösem Sultan’ın ölümünden sonra hanın çok büyük kısmı Osmanlı hazinesine kalır ve Cumhuriyet döneminde bir kısım odalar Vakıflar Başmüdürlüğü’ne devredilir.
Hanlar bölgesinin çoğunda olduğu gibi Büyük Valide Han’ının zemin katında da tekstil ürünleri satan dükkanlar ve çoğunluğu terkedilmiş, üst üste yığılmış, boş olan üst katındaki odalar da ise metal, özellikle gümüş ve tekstil atölyeleri bulunuyor.
1951 itibari ile koruma kurullarının gözetimine alınan Yeni Valide Han 1982’de tarihi miras olarak kabul edilir. İstanbul’un tarihinin belki de kalbinde yer alan mimarinin en güzel eserlerinden “Hanlar Bölgesi”nin hayalet bir şehre dönüşmesi ve terk edilmişliği çok üzücü. Gelen turistlerin tarihin orta yerinde rahatlıkla, arsızca ve saygısızca umumi ihtiyaçları için kullanmaları da hayret verici ayrı bir olay… 21. Yy. da olmak bir yana İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu dönemde, radikal bir restorasyon çalışması yapılmamış olması da büyük bir acı kayıp aslında ve bu hepimizin ortak ayıbı!
Unutmayalım ki bir millet tarihiyle vardır 😉