Ne zaman yeniden yazmak istesem, daha da köreldiğimi hissediyorum. Yazarlığın temel kuralı sürekli yazmaktan geçer ama benim baya bir bilenmeye ihtiyacım var. Yazma alışkanlığımı bırakmamak için ilk önce blog açmaya karar verdim. Pardon pardon bunun öncesi de var. İlkokula dayanan sayısız defter yığını. Aslında onlara yığın demek, sanırım anılarıma hakaret olur çünkü; yığın dediğim sayfaları elime almak, onlara dokunmak, o sarı sayfaların kokusunu içime çekmek kadar samimi bir duygu sanmıyorum ki olsun. Ortada bir yığın varsa eğer, bence bunlar sanal ortamın kirliliğine hapsolmuş, el ile tutulur hiçbir hazza sahip olmayan bilgi kirlilikleridir. Hayatımın son birkaç senesine baktığımda; önce bloğumu açmış olmam, akabinde babamın hayatını anlatan kitabımı yazmam ve son olarak da ‘yaratıcı yazarlık atölyesi’ kursuna başlamış olmam tembelliğimin üstünde biriken hatta artık kalıplaşmaya yüz tutan toz yığınlarını bir türlü silemedi. Ne demişti bizim üstat, “Yazı mı yazacağız yoksa yazar mı olacağız?” işte asıl mesele burada başlıyor. Sanırım her ikisini de başarabilmek için öncelikle şöyle bir silkelenmek ve aklın çanaklarını açmak gerek. Bloğumu geçtiğimiz senelerde açmış olmamın verdiği ilk mutluluklar, çocukluğuma saklanmış, aklımı sürekli meşgul eden yazma isteği ve yazarlık dürtüsü nereye kayboldu çözemiyorum! Sonuca varmak istediğim her yeni çözüm yolu, arapsaçı kıvamında elimde toplanıyor. Kaybolan o istek kısa süreli bir saklambaç oyunu oynamak için beynimin kıvrımlarına dolanıyor ve saklandığı yerden çıkmak için acaba hangi ilham perilerini bekliyor bilmiyorum, bilemiyorum… Hevesle uçurduğum o balonları yine kendim, kalemimin ucundaki sivri iğnelerle tek tek patlatıyorum.
Şu aralar yazı mı yazıyorum, yoksa yazarcılık mı oynuyorum inanın ben de bilmiyorum. Ama çok istikrarlı olduğum bir şeyler varsa o da bitmek tükenmek bilmeyen seyahatlerim ve fotoğraf çekimlerim oluyor. Her seyahat sonunda elimde biriken; şehirleri, yaşamları anlatan ve yazılmayı bekleyen yığınla anı var. Seyahat yazılarını temize geçiremedim diye hayıflanırken aklımın çanlarını yoran bir hikaye beliriyor zihnimde… 650 sayfalık bir biyografi kitabını nasıl da canla başla yazma telaşına dalarken, sonrasında aylarca kitabımın taslağına dahi dokunmadan, yayın evine gönderilmek üzere dosyada öylece bekletilmenin verdiği o acı hüsran. Daha bu yazının ikinci paragrafına gelmeden ne kadar da çok fazla biriken hikayemin olduğunu görüyorum.
Şu sıralar Kadıköy’de bir yazarlık atölyesine gitmekle meşgulüm. O kursa gidebilmek için nasıl da heves ettiğimi bir ben bilirim, bir de sanırım kursun santraline bakan sekreter kadın 🙂 Kursa başladım başlamasına ama hoca sürekli ödev verince paçalarım tutuştu. Kursun amacı sürekli bir şeyler yazmak ve kursa giden bireylerin kendilerini geliştirmeleri aslında ama, ben nedense hocanın verdiği ödevlerden sürekli bir sıkılma modundayım. Ödev konusunu her elime aldığımda ya yazmaktan vazgeçiyorum ya da bahanelerin ardına saklanarak o ödevleri yarıda bıraktığıma bütün benliğimle şahit oluyorum. Kısacası tipik bir öğrenciyim şu sıralar. Hocanın verdiği konular hakkında neden bir şeyler karalamadığımı ve neden sürekli olarak bahanelerin ardına saklanarak yazma alışkanlığından kaçındığımı kendime soruyorum ama cevabı bir türlü bulamıyorum. Bulmuş olsam zaten kitabımı bitirmiş olurdum değil mi? 🙂
Bu haftaki ödev konumuz; “Kim bilir bir daha seni ne zaman görecek gözlerim.” Konu duygusallığa açık bir konu olsa da, isteyenlerin mizahtan da faydalanarak bir şeyler yazabileceklerini söyledi hocamız. Duygusallık benim harcım değil, istesem de duygusal moda giremiyorum. Arkada çalan fon müziği, yağmurun sesi, yaprağın hışırtısı, aşk acısı vs gibi duygular can çekişiyor önümde. Kıvranıyorlar ama nafile. Duygusal yazılar bana göre değil. Olaya mizahi yönüyle bakacak olursam belki bir şeyler yazabilirim. “ Kim bilir bir daha seni ne zaman görecek gözlerim, tam gitti derken ahh o beynimi kemiren geri gelişlerin!” Sanırım bu daha eğlenceli 🙂
Dersin başlamasına yarım saat var. Peki ben bu konuyla ilgili ne yaptım? Kocaman bir hiç!
- Hiç mi?
- “Otur yerine al sana koca bir sıfır!”
Kartal – Kadıköy metrosunda Göztepe durağındayım. Kadıköy’e gelmeme beş durak var. Metronun en sevdiğim üçlü bölme koltuklarında oturuyorum. Yoğun bir parfüm kokusunun olduğu vagonda, iki bacağımın arasındaki şeffaf şemsiyem ve üstümde ağırlık yapan kışın habercisi pardesümle eğile büküle bu yazıyı yazmakla meşgulüm. Yazma alışkanlığımı kaybetmemek ve körelmemek adına kendime yeni yöntemler bulmaya çalıştıkça daha da şikayetçi oluyorum her şeyden. Ama metroda yazma fikri cazip gelmedi değil. Zihnim açıldı diyebilirim. Normal zamanlarda metroya her bindiğimde, okumak için elime aldığım kitabın daha ilk paragrafında bedenimi uyku basarken, şu satırları yazarken hiçte uykum gelmiyor. Sağ ve sol tarafımda iki kişi oturuyor. Birisi kitap okumakla meşgul. Diğeri ise hayatı tespih yapmış sallıyor. Alttan alttan ne yazdığımı okumaya çalışıyor kitap okuyan. Bence bunu yapmayı bırakıp kendi kitabıyla ilgilenmeli. Çünkü ne yazdığımı ben bile okuyamıyorken, onun yazdıklarımı çözmesi herhalde takdire şayan olur. Toprağın altında keşfedilmeyi ve çözülmeyi bekleyen eski tablet yazıları gibi bir yazıya sahibim. Solak olanlar güzel yazı yazar derler. Herhalde benim gibi istisnalar kaideyi bozmuyordur.
Son bir durak kaldı inmeme. Vagonlar daha da sakinleşti. Metroda yazma olayını sevdim sanırım. Belki de hocamızın istediği ödevleri yapmadığıma dair şikayetlerimi sıralarken aslında yazmışımdır.