Kerpiçten yapılmış iki katlı küçük evin bahçesindeki verandadayım. Duvar diplerinde irili ufaklı kır çiçekleri; mor, turuncu, sarı, pembe, mavi…
İçlerinde bir tanesi var ki en sevdiğim.
Sıcak iklimlerin turuncu ile sarı arası geçişleri olan, zahmetsiz ve keskin kokulu Kadife çiçeği.
Eski dinlerde ‘tanrılara sunulan çiçek’ olarakta bilinirmiş. İlkbaharda müjdeyle yeşerip sonbahara kadar dem tutan, kış gelince de başını ellerinin arasına geçirip usulca içine kapanan…
Sonrasında derin bir hazırlık; gelecek bahara baharlara…
Evin büyük oğlu Mustafa Bey yanımızdan kalkarak kenarları yer yer dökülmüş olan tahta kapıya doğru ilerliyor. Başımı sağ tarafa çeviriyorum. Çatı katındaki küçük beyaz camdan dışarıya çiçeklerin en güzeli bakıyor, göz pınarlarında iki küçük çiğ damlası.
Gülümsüyorum.
Boşuna değilmiş bu güzel davet.
Kısa bir süre sonra ahşap merdiven gıcırtılarını duyuyorum.
Mavi oyalı yazması, yünden kırmızı hırkası, basma çiçekli şalvarlıyla oğlunun ellerinden sıkı sıkıya tutuyor.
1926 yılında Ömerli’nin Kurtdoğmuş köyünde doğmuş Saadet Anne. Tarihi kerpiçten evinin kapılarını uzun zamandır çalan olmamış belli ki. Karşılaştığımız andan itibaren gözlerindeki mutluluk, kalbinin çarpıntısını durmuyor. Sıcacık elleri ve nemli gözleri; insana olan özlem dolu bakışlarla heyecanlanıyor.
Küçücük kalbinin çarpıntısına rağmen anlatmak anlatmak istiyor yüreğinde birikenleri davetsiz misafirlerine.
Sohbetimizin ardından kendisini ben çıkartıyorum odasına.
Bugüne kadar çok fazla yaş almış yüreğe dokunmuş olsam da Saadet Anne bende çok başka bir iz bıraktı. O’nda bir çift kelama, gülen gözlere, dudaklara yayılan gülümsemeye olan özlemi gördüm. Yüreğimde ince bir sızıyla ayrıldım yanından. ‘İnsan sevmek!’ ‘İnsana olan özlem!’ Bir saatlik bu hikayede anlatılacak çok fazla şey var aslında.
Vedalaşırken camdan sesleniyor Saadet Anne; “Çok güzeldir benim bahçemin çiçekleri. Çiçeklerimden almadan gitmeyin…”
Bir dal kadife çiçeği kopartıyorum. Çocukluğum kokuyor veranda. El sallıyorum.
Tekrar görüşeceğiz, bahçenin en güzel çiçeği…